Son Dakika!

28.03.2013

Cinsel Aşkın Anatomisi

Bunu Paylaş :
Cinsel Aşkın Anatomisi tekeşliliğin, zinanın ve boşanmanın doğal tarihi üzerine kapsamlı bir kitap ve bu kitapta anlatılanlar basit gözlerle değil, dünya çapında araştırmalara ve zengin istatistiklere dayanıyor.

Helen E. Fisher, 20. yüzyılda boşanmaların dördüncü ve beşinci yılda yoğunlaşmasını, ilişkilerdeki tutkunun üç-dört yıl sürdüğünün kanıtı olarak kabul ediyor. Cinsel aşkın anatomisi kitabındaki bu tür verilerin basit gözlemlere değil, dünya çapında araştırmalara ve zengin istatistiklere dayandığını belirtmek gerek. Tekeşliliğin, zinanın ve boşanmanın doğal tarihi üzerine kapsamlı bir kitap bu.

Önceki kuşaklarda erkekler kadınlara, bebekleri doğduktan sonra üç-dört yıl sadık kalmasaydı, zaten bir canlı türü olarak varlığımız devam etmeyecekti. Fisher, çok eski dönemlerden beri kadınların bebeklerine bakabilmek için gereksindikleri erkek sadakati süresiyle günümüzdeki aşk ömrü arasında paralellik kuruyor.

Bu süre meselesinde ise işin içine hormonlar giriyor. İnsanlarda oluşan duygulardaki ve bu duyguların süresindeki etkenlerden biri de hormonlar.

Demek ki bugün insanlar, hamilelik süresi 9 ay olan ve sevgiliye genellikle üç-dört yıl bağlı kalmayı sağlayan bir genetik miras taşıyor. Doğrusu, insanın atası olan topluluklarda, özellikle kadınların bu üç-dört yıl içinde bazı küçük kaçamaklar yaptıklarıyla ilgili de epeyce veri var.

İyi ki bizim töre cinayeti eğilimi taşıyan erkeklerin pek kitap okuma alışkanlığı yok. Hele böyle bir kitabı... Okusalardı, atalarının üç-dört yılda bir eş değiştirdiklerini ve çiftleşme konusundaki diğer tutumlarını öğrenip kahrolurlardı veya büyük büyük büyük anneanneleriyle ilgili bu "iftiralar" üzerine bir silah kapıp "Helen adlı o kadını" aramaya çıkarlardı.

Sadece "namus takıntılı herifler" açısından değil, "modern Batılı tipler" için de epeyce rahatsız edici bir kitap bu. Çünkü diğer toplumlarda da hızla yayılan Batılıların bir özelliği, aşk kavramını kutsallaştırmaları. Aşık olmalarında karşılarına çıkan kişinin özelliklerinin o kadar belirleyici olduğuna inanırlar ki, bunun kendi içlerindeki bazı kimyasal sistemlerle ilgisini duymaktan hoşlanmazlar.

Batılı için, eşini (sevgilisini) bir başkası uğruna terk etmek ya da benzer şekilde terk edilmek çok normal olabilir. Ancak bunun gerekçesinin "açıklanamaz" bir aşk olduğuna inanmak ister.

Sahiden de "görünce kalbin çarptığını hissetmek, bir sözünü günlerce düşünüp çeşitli anlamlar çıkarmak, iki saniyelik bakışma için saatlerce uğraşmak" gibi şeyler ne güzeldir. E, başka kitap mı yok; böyle dönemlerinizde okumayın bu kitabı.

Kimin işi?
Ama kabul etmek gerekir ki, bu güzel, bu güzel duygulardaki bozulmaların nedeni, antropolojik ve tarihsel bilgilerin çoğalması değil. Ya da tıptaki gelişmeler, hormonların etkilerinin anlaşılması da pek sorun yaratmıyordur. Asıl sorun, yüz binlerce yıllık geçmişe aykırı olarak insanların hayatına mülkiyet tutkusunun girmesiyle başladı.

İktidar ve mülkiyet ilişkilerini düzenleyen dinlerle bağlantılı olarak ahlak da iki yüzlü bir hale geldi. Kökeni sahip olma ihtirasına dayalı olan bekaret meselesi ortaya çıktı. Cinsellik, hem yok sayıldı hem de sürekli hayatın merkezinde oldu. İlk gecenin sonunda kanlı çarşaf sergilemek gibi uygulamalar, en çok, evlenecek kişilerin birbirlerini son güne kadar görmediği, cinsellik konuşmanın ayıp sayıldığı kültürlerde yaygınlaştı. Hele modern çağlarda iş zıvanadan çıkmaya başladı. Üretim ve paylaşım etkinliklerinin insanlığa aykırı bir toplumsal yapı içinde düzenlenmesinin, elbette ki hayatın bütün alanlarında olumsuz sonuçları olacaktı. Rekabet, hükmetme hedefi, başarı ihtirası sardı her tarafı. Sadece sevgili arayışının mekanları sayılan sosyal ortamlar değil, iki kişi arasındaki özel ilişkiler bile savaş alanına döndü.

Çeşitli alanlarla bağlantılı bu büyük konuda düşünürken, çevreyi alabildiğine genişletebilirsiniz. Ama konunun temelinde, dünyaya yeni gelen bir insanın bakımından sorumlu olmak yattığını göz önünden uzaklaştırmamak gerek. İnsan türünün devamını sağlamakla da ilgili bu sorumluluk, sadece bebeği olan kadınlara ait kabul edilebilir mi? Ne var ki, dünya iktidarlarının, bebek büyütmeyi toplumun ortak sorumluluğu haline getirmek gibi bir dertleri yok.

Ama onların, gelişen sanayi ve ticarette emek maliyetini düşürmek gibi dertleri var. Bu da kadının iş ve sosyal hayata daha fazla katılmasına neden oluyor. Böylece, kadın hakları için mücadele alanı büyüyor. Bu mücadele, bütün insanların hayatının güzelleşmesine, insan türünün sağlıklı yaşamasına yardımcı oluyor, olacak...
Bunu Paylaş :

Yorum Gönder

 
Copyright © 2013 Ünlüler Dünyası
Design by FBTemplates | BTT